ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

5 Mart 2014 Çarşamba

KADINLAR, ERKEKLER, CİNSELLİĞİMİZ VE EMEĞİMİZ

Filiz Berk Doğutürk

VİLDAN SEVİL

Emeğiyle yaşayan kadın ve erkekler, farklı sınıf ve katmanlarda bulunsalar da
sömürülenler, yönetilenler olarak, ortak sorunları vardır. 

Bu saptama, bizi şu noktaya getirir: Yaşanılan çağın üretimine damgasını vuran araçlar kimin elindeyse, zenginlik, erk, yönetim de onun elindedir.
İnsanların büyük çoğunluğu, aralarında farklılıklar olsa da, genel anlamda, bu azınlığın verdiği kararlara göre yönetiliyor. Onların istediği kadar ve istediği yönde refahtan, eğitimden, tüketimden yararlanabiliyor.

İnsanlık tarihinde, bu sistemi değiştirmeye yönelik olarak atılan ilk büyük adım, Paris Komünü’nden sonra, 1917’de, Ekim devrimidir. Bu devrimin etkisiyle yeryüzünün bir bölümünde, bu adaletsiz sistem değiştirilmeye çalışıldı. Ancak, binlerce yıllık sömürü deneyimi karşısında, ömrü ancak yetmiş yıl olabildi. İnsanlığın rahminde, henüz döllenmiş bir yumurta halindeyken katledildiğini düşünmek zorundayız.

Sosyalist yumurta, cenin bile olamadı, doğup büyüyemedi. Ama bu kısacık dönemde bile, yarattığı umutla, psikolojik rekabetle, dünya emekçileri bir uyanışa geçti. Hem sosyalist ülkelerde hem de kapitalist ülkelerde, şimdi teker teker geri alınan sayısız demokratik, ekonomik  hak ve özgürlüklere kavuştu.

Bu uyanışın önüne geçmek için, kapitalist sömürü sistemi, tarih boyunca kullandığı yöntemleri, çağa uygun hale getirdi. Yeni taktiklerle geliştirdi. Denetiminde tuttuğu bilim ve teknolojiyi alabildiğine kullandı.

İşte bu yöntemlerin başlıcaları:
Bu düzen, ilahi/tanrısal bir düzendir, beş parmağın beşi bir değildir.

Binlerce yıldır, insanlığın aklını, din adamlarının emirlerine, fetvalarına teslim etmesinin altında yatan neden, bu tanrısal korkudan kaynaklanmaktadır.

Kendilerini Tanrı’nın temsilcisi ilan eden din adamları, onlarla bağlaşık egemenler, bir yandan korku salarken diğer yandan da korkan kitleleri, daha rahat çalıştırıp sömürebilmişlerdir.

Onlara göre  insanlar, Tanrı’yla, beyinleri ve yürekleriyle doğrudan asla bağ kurmamalıdır. İnsanlar, eğitimsiz bırakılmalıdır ya da din adamlarının verdiği eğitimi almalıdır. Din kitaplarını kendileri okuyup yorumlamamalıdır. Ulema mutlak ve gerekli olan bir aracıdır.

Egemenlerle din/din adamları bağlaşıklığı, günümüzde de sürmektedir. Yalnızca, toplumların gelişmişlik ve eğitim düzeyine göre, sağlanan itaatın boyutu ve güdümlenme görecelidir. Bilim ve teknolojinin gelişimi nedeniyle zorunlu olarak çoğalan eğitimli kesimleri tatmin etmeyen geleneksel dinsel öğretiler, toplumun dayatmasıyla kimi yorum değişikliklerine giderler. Bununla tatmin olmayan kesimler için, modern, postmodern tarikatlar, new agens denilen yeni moda dinler yaratılır.

Eğitimli kesimlerin ilgisi, bilinmezlere, henüz insanlığın çözemediği konulara çekilir. Uzay dinleri, parapsikoloji, astroloji, modern büyücülük, falcılık, medyumluk, satanizm gibi alanlar sunulur, bugünkü sömürü gizlenir. Nabza göre şerbet yani.

Aydınlanmayı yaşamamış İslam ülkelerinin, şeriatla yöneltilmesinin ve bizim gibi şeriat aşamasını geride bırakmış olanlarda da şeriat istemlerinin yükseltilmesinin nedeni budur. Yukarda saydığımız, gelişmiş ülkelerden kaynaklanan gizemle uğraşma kültürü bu ülkelere de yansır. Eğitimin, bilimin yerini, şeyhin, hacının, hocanın, büyücünün, adım başında açılan cafelerdeki falcıların mesaisi alır. Çalışan, emek harcayan eğitimli insanlar, iş çıkışı buralara koşup hayallerini ararlar.

Eğitim sisteminde yapılmak istenen değişikliklerin, işsiz öğretmenler beklerken, öğretmen, doktor, hemşire ithalatının, okullarda imamları görevlendirme girişimlerinin ardındaki gerçek budur.

Vatikan’ın, yüzyıllardır, hatta bugün bile dünyanın en zenginlerinden olmasının, dini kurumlara bunca yatırım yapılmasının nedeni budur.

Bu gerçekliğe başkaldıran düşünürlerin, sanatçıların, din adamlarının, tarih boyunca, engizisyonlarda cezalandırılmasının, Nesimi’nin derisinin yüzülmesinin, Şeyh Bedrettin’in asılmasının ve nice İslam düşünürünün, din adamının cezalandırılıp sonra da yok sayılmasının, kâfir, zındık ilan edilerek unutturulmasının nedeni de budur.

Sömürü düzeninin, yağmanın, talanın, zenginin daha zenginleşmesi için sürdürülmesinin ikinci koşulu, dinsel ve dinler içindeki mezhepsel ayrılıkların sürekli körüklenerek diri tutulmasıdır. Bir dini, mezhebi yüceltmek, sorunların diğer dinlere, mezheplere inananlardan kaynaklandığını ileri sürmek, doğan düşmanlıklardan yararlanıp savaşlarda ölecek insanlar bulmak da yüzyıllardır kullanılan bir yöntemdir. İnsanlar, inançları için kolayca ölüme giderler çünkü.

Irkçılık ve etnik milliyetçilik : Emeğin sömürülmesinde göz boyayıcı yaklaşım ve yöntemlerden biri de ırkçılık ve etnik milliyetçiliğin, şovenizmin diri tutulmasıdır.

Bir ırkın diğerinden, bir halkın diğerinden üstün tutulması yoluyla, insanlar arasında düşmanlık oluşturmak, çoğunluğun azınlık üstünde hak gaspına gitmesini sağlamak suretiyle, hepsinin ortak sorunu olan sömürüye nasıl maruz kaldıkları göz ardı edilmektedir. Böylece, bölünmüş, düşmanlaştırılmış kitleleri yönetmek kolaylaşmaktadır.

ABD’de zenci-beyaz ayrımı, bugün Kuzey Afrika, Ortadoğu ve bizim coğrafyamızda yaşananlar bunun açık örneğidir. Sürekli insanlar ölmekte. Halklar, birbirine kırdırılırken yeraltı, yerüstü servetleri talan edilmekte... Silah sanayi ve ticareti alıp başını gitmekte... Yakılan yıkılan yerlerin inşası için ülkeler borçlandırılmakta... Finans sektörü kâr üstüne kâr koymakta, bütün bu giderler, halkların sırtına yüklenmektedir.

Sömürünün devamı, insanların kolay yönetilmeleri için kullanılan başlıca yöntemlerin sonuncusu ise kadın ve erkeğin cinsiyet farklılığını kullanmaktır.

Nihayet sıra, kadının, emekçi erkekten çok daha fazla sömürülüp ezilmesinin, aşağılanıp şiddete maruz bırakılmasının kaynağına geliyor. Bunun temelinde de kadınla erkeğin üreme organlarının fizyolojik farklılığının yanı sıra doğalarındaki diğer biyolojik ve ona bağlı olarak psikolojik farklılıklar yatıyor. Bu farklılıklar, ustalıkla, toplumsal yaşamdaki konumlarda kullanılıyor.

Bu fizyolojik, biyolojik, psikolojik farklılıklar, nasıl kullanılıyor da bedensel ve tinsel olarak birbirini tamamlaması gereken bu iki cins karşı karşıya geliyor?

Neden erkeğin egemenliği sürekli körükleniyor, kadının üzerinde süregen bir baskı oluşturuluyor? Bu baskının yeniden üretiminde kadının rolü nedir?

Sonuçta, neden mutsuz, açık ve gizli şiddetin hüküm sürdüğü evlilikler ve birliktelikler oluşuyor. Bunlardan kimler, nasıl kazançlı çıkıyor?


..................................
 Bu sistemde, kadın ve erkeğin, cinsel yaşamları,  birbirine olan ilgisinin doğal akışından uzaklaştırılarak, birbirine karşı kışkırtılan bir olgu haline getirilmektedir. Bu konuyu ele alırken, her toplumda işleyen yöntemler genel olarak aynı olduğu halde, toplumların gelişmişlik düzeyine göre kültürün ve erkek-kadın ilişkilerinin farklılıklar gösterdiğini göz ardı edemeyiz.

Yalnız şunu belirtmekte yarar var: Dünyadaki tüm özel mülkiyetin, yalnızca %1’i kadınların elinde. Bu veri, ekonomik yönden kadının, erkeğe bağımlılığının açık göstergesidir.

Kadın, cinsel çekiciliğinden ötürü, toplumda, sürekli bir arzu nesnesi olarak gündemde tutulur. Kadın, bir yandan ayıplarla, yasaklarla, tabularla, gelenek göreneklerle ötelenir, örtünmeye, kapanmaya, eğitimin ve iş yaşamının dışında tutulmaya yönlendirilir. Diğer yandan, kitle iletişim araçlarıyla, çeşitli sektörlerin piyasaya sunduğu ürünlerle, sere serpe açılır, süslenir püslenir; sürekli güzelliğiyle meşgul taşbebekler, ikoncanlar yaratılır. Medya aracılığıyla teşhir edilir.

Günümüzde, dermatoloji, plastik cerrahi, kozmetik sektörü, insan sağlığından çok, kadını, taşbebeğe çevirmek için hizmet eder hale gelmiştir. Bu, büyük bir gelir kaynağıdır.

Sürekli taşbebek/Barby olmaya özendirilen, çabalayan kadınlarla, bunlara ulaşamayan kadınlar arasında kendiliğinden bir rekabet ve kıskançlık oluşturulur. Bu durum, kadını doğallıktan uzaklaştırır. Erkekler için ise yeni çekim merkezi oluşur. Taşbebek olmaya çalışanla olamayan kadınların ruhsal yapıları da değişir. Travmalar yaşarlar.

Bu kadınlara ulaşabilen ve ulaşamayan erkekler arasında da aynı bölünme geçerlidir. Kadın hem kendi hemcinsleriyle rekabetin, hem de erkekler arası rekabetin kurbanıdır.

Diğer yandan, porno sektörü teşvik edilir, erkeğin cinsel açlığı alabildiğine körüklenir. Cinsel yaşam salt tensel birleşmeye odaklandırılır. Cinsellik ve birey, meta haline getirilirken her ikisi de iyice bayağılaşır.

Cinsellik, ta kadim zamanlarda, Uzak Doğu’da, Hindistan’da edinilmiş, “Ruh ve bedenin uyumunu sağlayan bilgiler (sevişme sanatı)” bütünlüğünden uzaklaştırılır. Bu müthiş bir geriye gidiştir. Kutsal(!) aile kurumu, birliktelikler büyük depremler yaşar.

Artık erkekler, sanal ya da canlı, bin bir çeşidi sunulan bu kadınların peşinde duygu, beden, para tüketicisidir. Günahlar, ayıplar, töreler, tabular, çeşitli toplumsal değer yargıları da kafasının içini iyice doldurduğundan, kendi kadını, onun namusu olarak evi bekler, çocuk doğurur, büyütür.

Kadın, çocuğunu büyütürken tutsağı olduğu bu değer yargılarını, çocuğa aktararak, onların yeniden ve yeniden üretimini de sağlar. Bu yargılarla büyümeyen çocuğu da büyük tehlikeler bekler çünkü. Hele kız çocuğu ise...Bu, koruma dürtüsüne bağlı olarak kadını ezen kültürün, istemsiz bir yeniden üretimdir.

Artık, erkeğin bedeni ve ruhu, çeşit çeşit kadına doymayan bir cinsellik oburdur. Arı değildir ki bin bir çiçekten toz alıp bal üretebilsin. Duygularla tümlenmeyen bedensel birleşmeler, gerçek doyumu sağlayamaz, ancak mide fesadına uğratır, o kadar... Kusmuğu temizlemek de erkeğe bağımlı, onun namusu olarak evde çocuk büyüten kadına düşer. Çalışan kadın olması, bu gerçeği değiştirmez.

Evdeki kadın, ekonomik bağımlılığın yanı sıra, ruhsal ve bedensel açlığın tutsağı, mutsuz mu mutsuz, dır dırcının tekidir, kaprislidir, yüzü gülmez. Ya da rol yapar. Veya içine kapanır, suskun ve zavallıdır. Ama o, evdeki “Namus”tur.
Kimi kadın, kıskacına alındığı boyunduruğu açıkça kırmaya kalksa ya da erkeğin yaptığı gibi bedeninin sesini dinlemeye kalksa vay başına gelene... Gelsin namus, kıskançlık, töre cinayetleri...

Diyelim ki en masum biçimde, göze aldı, eşine sordu: “Be adamım, ben de bulamadığın ne var, başkasından öğrenme şansım yok. Gel hele bi yol, bana da öğret de, beraber edelim ne edeceksek...” demeye kalksın...Ya da garibim, duyduğu, TV’lerde gördüğü cinsellik oyunlarına başvursun... Vay başına gelene... Dayak, bıçak yemezse şanslı sayılır. Cezanın en hafifi azarlanmaktır. “Kız, sen nerden öğrendin bu orospu ayaklarını?...” diyerek nazikçe(!) uyarılır. Ama kendi, evli ya da bekâr, metalaşmayı kabullenmiş kadınlarla düşüp kalkmaktan vaz geçmez.

Az kalsın unutuyordum... Piyasada bir sektör de kadın ve erkek için üretilen seks giysileri ve oyuncakları sektörüdür. Bu sektör, uzun yıllar, erkekler için çalışmaktayken, artık kadınlara yönelik de üretim yapmakta.

Sektörün içinden, internet üzerinden satış yapan bir işyeri sahibi kadınla, Ayşe Arman’ın söyleşisini okumuştum. En çok satışın, en muhafazakâr illere yapıldığını söylüyordu.

Çok ilginçtir ki, en absürt iç çamaşırlarının müşterisi de bu kesimlermiş. Şimdi korkudan söylerler mi bilmem ama on yıl önce duymuş da şaşıp kalmıştım. Çünkü gördüğüm çamaşırlar, bir kadının kullanabileceğini düşümde görsem inanamayacağım türdendi. Yüzümü kızartıp “Bunları kullananlar var mı?” diye sormuştum mağaza sahibine. Yanıtı da almıştım.

Şimdilerde, evlerinde mutsuz olan zengin kadınları da düşünüyor, gelişmiş kapitalizmin piyasası ve teknolojisi. İnternette erkeklere yönelik satılık kadın sitelerinin yanında, kadınlara yönelik satılık erkek siteleri de var bolca. Masaj salonları deseniz gırla... Eve hizmet veren masörler, masözler de...Seçilen erkeğin ya da kadının kalitesine ve hizmete göre ücret değişiyormuş. Parayı ver, düdüğü çal, sevgili okur. Yeter ki para olsun, harcansın, birileri yolunu bulsun. İnsan da tüketilmesi gereken bir mal çünkü.

Sonuç:
Sevgili okur, olan bitenden benim anladığım şu: Kadın ve erkek, cinselliklerini özgürce, doğal yollarla yaşamasın, birbirlerini doğal yollarla tanımasın. Bunun için hep birlikte elimizden geleni yapalım. Başkaldıranlar, ihanet sayılan davranışlarını, asla savunmadan, sinsi sinsi, gizlice sürdüredursun.

Görünüşte, muhafazakâr değerleri savunup namus bekçisi erkeği ve namuslu kadını oynamaya devam edelim. Oynamayan eğer kadınsa katledelim, gitsin. Cezaları hafifletmek bizden. Bu güzelim ikiyüzlülüğü sürdürüp gidelim.

Açıkça, istediği gibi, göğsünü gere gere yaşayanlar ise zaten çok küçük bir azınlığı oluşturdukları için, sosyetik ya da sanatçı, entel falan diye hoş görelim.

Bu arada, sermayenin sürekli el değiştirmesi, özelleştirilmeler, ihaleler, komisyonlar vb. yollarla hızla zenginleşen muhafazakâr kesimlerimiz, bir yandan değerleri, aileyi koruyor gibi gözüksün. Kadınlar, örtünüp kapanıp eve tıkılsın. Onları altınlarla, en pahalı giysilerle donatalım. 4x4’leri altlarına çekelim. En iyi tatil yerlerine, yurtdışı gezilere götürelim. Yeter ki boyun eğsinler, sussunlar... Gözlerini açmasınlar, istedikleri oyuncakları alsınlar. Eğitimi de buna göre yeniden düzenledik mi, gelecek kuşaklardan da ses çıkmaz. Öte yandan zaten yasadışı sürüp duran erkek çok eşliliğini de dini kılıfa uydurduk mu, yeme de yanında yat...

Bir taşla, iki kuş vurmak değil, birkaç taşla binlerce kuş vurulmuş olmuyor mu böylece?
 Vurulacak elbette...
 Yeter ki insanlar uyutulsun, güdülsün.
 Yeter ki servete servet katılsın.
 Yeter ki istikrar bozulmasın, piyasalar ürkmesin. Yeter ki savaş tam tamları  susmasın.
 Yeter ki savaşa, hiçbir şeye “Hayır” denmesin... Varsın, satılık kadınlar, adamları uçursun... Eh, artık satılık adamlar da paralı kadınları uçuruyor ya... Uçalım, uçuralım... Ama masum ve namusluyuz. Yüzde doksan dokuzumuz , Müslüman ve de muhafazakâr...

Neyi mi muhafaza ediyoruz?... Onu da siz bulun sevgili okur, benden bu kadar...

06.03.2012

Hiç yorum yok: