ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

2 Mart 2014 Pazar

TREN YOLU GEÇMEYEN KENTTEN KAÇIŞ DA OLAMIYOR

FİLİZ SONSUZ*

Trenin camından hızla akıp giden manzaraya bakarken anımsamaya çalışıyorum. “Çocukluğumun trenleri de böyle hızlı mı giderdi?” Anımsayamadım. Ama hiç sıkılmadığımı biliyorum Diyarbakır İzmir arası tren yolculuklarından. Kompartımanlar kalabalık olurdu. En az iki aile sıkış tepiş otururduk. Aramızda bir de bebek varsa hele, mutlaka çingene beşiği kurulurdu kompartımanın bir ucundan diğerine. Arada bir kondüktör gelir söyleyeceği şeyin önemine göre değişen bir ciddiyetle konuşur giderdi. Biletleri kontrol edecekse örneğin,  tekdüze bir sesle “biletleeer” derdi. Bazen hiçbir şey söylemeden kapıyı açar kapatırdı. Kaçıp kaçmadığımızı kontrol ediyor sanırdım. Bazen de sırayla her kompartımana girip çıkarak sert bir sesle “malınıza sahip olun, bu dağlarda eşkıya var. Sırayla uyuyun” derdi. Yüzü öyle bir asılır, sesi öyle bir ciddiyetle buyururdu ki, bu adamın ülkenin en önemli adamı olduğuna inanırdım öyle zamanlarda. Çok korkardım. Tehlike geçti anlamındaki bir sonraki duyuruyu bekler dururdum boşu boşuna. Oysa tehlikeyi haber veren ses bir türlü dönüp rahat olabileceğimizi, tehlikenin atlatıldığını söylemezdi. İzmir’e gelene kadar trendeki küçücük odamıza, neye benzediklerini hayal bile edemediğim “eşkıyaların” doluşacağı anı beklerdim korkuyla.Bazen uzun, çok uzun tünellerden geçerdik. Yolun müdavimleri varsa aramızda, gerekli bilgiyi hemen verirdi. “Bu bi şey değil. Toroslar’daki en uzunu. Tam bi buçuk dakka sürüyo”. Bıktırıncaya kadar sormuştum bir keresinde anneanneme en uzun tünele ne zaman geleceğiz diye. Ne bilsin kadın. Atardı sırf ben susayım diye “ şu dağları geçince oraya geleceğiz, şu köprüyü aşınca tünele gireceğiz”. Yolculukların en eğlenceli yanı tünellerdi çünkü. Bir kaç saniyelik minik, minicik gecelerdi tüneller. Hop, karanlık. Sonra hooop güneş. Bir de yemek yemeyi severdim trenlerde. Börekler, ekmek arası patates köfte kızartmaları, termoslarda çaylar. Piknik gibi gelirdi bana. Kompartımandaki herkes açardı çantasında ne varsa. Herkes birbirine ikramda yarışırdı. “Buyur Allahaşkına, benim kız açtı böreği. Patatesli. Kıymalı bozulur dedim de yaptırmadım. Haşhaşlı ekmekten de al. Buyur valla bak almazsan günahı boynuna.”  “Sağol Allah kabul etsin güzel olmuş. Sen de köftelerden al bak. Günah çocuğa da al yedir. Oğlan çocuğu canı çeker.” Böyle uzar giderdi bu törenimsi karın doyurma faslı. En çok da başkalarının sunduğu yemeklerden canım çekerdi. Alamazdım da buyur denmeden. Ayıp ya. Önce küçücük bir parça alır, sonra içimden dua ederdim bir daha versinler diye. Bereket duaları eşliğinde, yiyecekler bir sonraki yemek törenine kadar saklanmak üzere toplanır, hemen ardından tarifler alınır verilirdi kompartımanın kadınları arasında. “Biz bu böreğin ısırgan otlusunu yaparız, pek güzel olur çayla”. “Benim sarmalarım da menşurdur, ama yapamadım aceleden bu sefer. İncecik, kalem gibi sararım övünmek gibi olmasın…”
Ben mi öyle anımsıyorum, yoksa bu ülkenin neresinde olursa olsun her istasyonda mutlaka çınar ağaçları olur muydu? Tren istasyonlarını ve çınar ağaçlarını niyeyse hep bir arada düşünüyorum. Yüksek tavanlı, ilginç, sarı binalar. Kullanılmaktan cilalanmış gibi parlayan ama sapasağlam kahverengi banklar. Pirinçten kapı ve pencere kolları… Tavandan sarkan ve çoğunlukla yanlış zamanı gösteren kocaman, yuvarlak, içi beyaz saatler. Sağda solda üst üste yığılmış denkler, yataklar, yorganlar, sepetler, ayaklarından birbirine bağlanmış tavuklar, hindiler. Sallanan kapıları oyuncak yapmış, bir içeri bir dışarı girip çıkan neşeli çocuklar. Yorgun istasyon görevlileri…  En güzeli de is kokan, pırıl pırıl parlayan raylar ve upuzun,  tiz bir ıslık gibi uzayıp giden tren düdüklerinin sesleri.Bir kentten tren yolu geçmiyorsa o kentten kaçış da olamıyor gibi geliyor bana. Yok, öyle alıp başını gitmek değil. Hayal kuramamak yani. Alıp başını gidebilmenin hayalini bile kuramamak. Nereye, niye gittiğini bile bilmeden, planlamadan daha doğrusu, sırf kafanı toplayabilmek için bile olsa birkaç saatliğine raylara atamamak kendini. Uzun bir tren düdüğünde trene binme telaşındaki insanları hayal edememek. Eski bir istasyon binasının bile olmadığını bilmek o kentte. O keskin ve acı is kokusunu koklayamamak sabah serinliğinde. Hayal bile kuramayanların kentinde yaşadığını için acıyarak hissetmek yani. Ne kadar özledim trenleri.

*Serbest Avukat- Burhaniye

2 yorum:

acandemir dedi ki...

İçten, anılarda kalıcı-tazeleyici, belgesel tadında bir yazı olmuş, kaleminize sağlık...

Unknown dedi ki...

Dünyanın en gizemli olayıydı tünele girmek.Önce kısa bir düdük çalar ,sonra kayalara çarpan sesin geri dönüşündeki ihtişamla daha bir beynimize işlerdi trenin raylarla yoldaşlığı. Tünelin bitimindeki aydınlığın bana verdiği sevinç ve coşkuyu,umut ve ışık içeren her yaşanmışlığımda hissettim sonraları.....Yine güzel yine,dupduru ve akıcı bir hikaye.Kutlarım