ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

2 Mart 2014 Pazar

İÇİNDEN TREN GEÇEN ŞEHİR

Fotoğraf: Ömer Asaf TOSUN
KORKUT AKIN

İçinden ırmak geçen şehirler vardır, hatta deniz geçenler bile var; içinden tren geçen şehir deyince çok kent sayılabilir. Bizden de yabancılardan da say sayabildiğin kadar…
Ama biri var ki işte o birebir kenti ikiye bölen paralel raylarla büyümüş, güçlenmiş ve tabii güzelleşmiş. Tamam, işte o! Eskişehir. Gün ağarırken geçerdi trenler daha çok, niyeyse! Zor ısıtılmış yatağın içinde ‘biraz daha uyku’ için gözlerini açmamaya direnenleri, “haydi” diye uyarırdı o ses. Hemen ardından da askeri uçaklar. Uyu, uyuyabilirsen bir daha…


İstasyon Meydanı
Çocukluğumdan başlamalıyım… Samsun’dan Van’a giderdik; tabii ki trenle. Sabahtan başlardı yolculuğumuz. Tıngır mıngır Sivas’a giderdik. Çocuk aklımız camdan sarkmayı isterdi, bir de ileriye bakmayı… Kömürlü lokomotiflerin bacasından çıkan o küçük parçacıklar gözümüze kaçar ağlayarak babamıza sığınırdık. Her seferinde aynı ikaz: İleriye bakmayın çocuklar, iyi yanmayan kömürün parçacıkları gözünüze gelir, Allah korusun, kör olursunuz! Korkutma amaçlı söylerlerdi büyüklerimiz, çünkü şehir efsanesi olarak bile kör olan anı yoktu hiç. Gözümüz kan çanağı, acısı içimizde… yine bakardık ileriye.
Gün kavuşurken vardığımız Sivas’ta, İstanbul’dan gelecek olan ve muhakkak tehirli, rötarlı, gecikmiş ve yine “kara tren”i beklerdik. Neydi o anne babamın benden çektiği, ne yerinde dururdum ne de kıvrılıp bir köşeye uyurdum… İstasyon meydanında koşuşturduğumuzu anımsıyorum.

Anıt yapı…
Eskişehir’de istasyonun önündeki meydanda, hep aklıma sadece gece görebildiğim Sivas’taki istasyon meydanı gelirdi. Benzerler miydi birbirlerine? Eskişehir’deki gar binasının o görkemliliği var mıydı acaba Sivas’ta da? Yoktu muhakkak. O görkemliliği başka bir yerde görmedim. Nasıl da ulaşılmaz gelirdi, bir uçtan diğerine gitmek bile zaman alırdı.
Ama bir şey vardı; bakın ona kimse dil uzatamaz. O yıllarda “ben geçmedim” diyen varsa, yalan söyler şimdiden uyarmış olayım. Şehri bir baştan bir başa geçmek için ya Sakarya Köprüsünden, üstgeçidi ya Halin yanındaki hemzemini ya da Mihaliç Caddesindeki hemzemin geçidi kullanmak zorundaydınız.
Ben Sakarya Köprüsünü kullanmayı hiç sevmezdim. Rayların arasından atlaya zıplaya tuğla fabrikalarının oraya geçer, orada da duvardan atlardım. Hem yol kısalırdı hem de uzaklara gitme düşü kurardım.

Vagonlarla dans!
İstasyonun önünde bir dizi, sıralı köfte ekmekçiler bulunurdu. Bir yiyen pişmen, bir yemeyen! Yarım ekmeğin içine bol soğanlı, iyi pişmiş köfte şimdi bile ağzımı sulandırıyor. Ağız doluyken konuşulmaz denir, ama nasıl da keyiflidir bir yandan yiyememenin bir yandan da anlatamamanın haklı telaşı. Gölgesine oturup bir vagonun konuştuğumuz da olurdu… Bazen iki vagonun arasından, bazen altından geçerdik.
Burada bir soluklanalım: Mehmet Yurdadön’ü bilir misiniz? Ülkemizin en iyi koşucularındandı, son dönemlerde (Mehmet Terzi’den önce) Atletizm Federasyonu Başkanlığı da yaptı… O anlatırdı, Kars’ta antrenman yaparken biraz da kaçamak olsun diye trenin geçtiği tünele girermiş. O gün, tam ortalardayken tren gelmiş. Kaçacak yer yok! İki rayın arasına uzanmış, koca katar üzerinden geçmiş. “Ellerimle başımı korudum sadece, korkudan yüreğim kafesinden çıkacak gibi atıyordu” diye anlatmıştı… Sonraları lokomotiften ateş düştüğünü, yandığı halde kaçamadığını, ama trenin geçmesiyle birlikte, yanmışlığın da acısıyla çok daha hızlı koştuğunu söylerdi.

Soğuk kış gecelerinde…
Ankara’ya ve İstanbul’a trenle gidip gelmeyi çok severdim. Ankara, karayoluyla aynı süreydi. Ucuz oluşu, yemekli vagonda oturup bir demi kıvamında, dumanı üstünde çay içebilme ve/veya bir şeyler yiyebilme imkanı ile geniş rahat koltukları cezbederdi beni. Kitap okumak da keyifli olurdu, her ne kadar sonuna doğru yolun uyku bastırsa da… İstanbul ise biraz uzun sürerdi… ama karayolunun tehlikelerine karşı her zaman güvenli olması; bir de Yeşilçam filmlerinden kalma İstanbul’a Haydarpaşa’dan giriyor olmanın güzelliği vardı. Hele Bozüyük’ten sonra yemyeşil alanlardan, Sakarya Irmağının bir o yanından, bir bu yanından geçmek, az şey miydi?
Karşıdan geleni beklediği için, tren mutlaka uzunca dururdu Eskişehir’de diğer istasyonlarda durduğundan. Sıcağı insanın içine işleyen salep içmek için koştururdu yolcular, haşhaşlı çörekle birlikte… Olsundu, güzeldi yine de, kimse bir şey demesindi, benim anılarıma. Keşke olsaydı da yine o köftecilerin dumanlı ve bir o kadar köhne arabasından yarım ekmek içine bol soğanlı köfte yiyip üzerine de tarçınlı mis gibi bir salep içseydik.

Yeni yol, yeni istasyon…
Çevreciliğinin yanı sıra ekonomik oluşuyla da demiryolu bizim için en olumlu ulaşım aracıdır. Uçak, bakmayın, ‘halkın yolu havayolu’ demelerine, çevreci olmadığı ve pahalılığı dolayısıyla sevilecek bir ulaşım aracı değil. Buna bir de hızlı trenin yaygınlaşmasını kattığınızda… kim binmek ister uçağa? İstanbul, Ankara, Konya, Sivas, Kayseri hatta Erzincan, planlanan İzmir hızlı treni ulaşım sorununu çözecektir.
Resim olarak baktığınızda (uzmanlar karar versin) yeni istasyon çok güzel gözüküyor: modern ve işlevli. Rayların yeraltına alınması da şehrin bir özelliğini yitirmesine yol açsa da yeşil bir hat kazandıracağını düşünmek (umarım öyle olacaktır) sevindiren bir haber.

Demir mi denir demiryoluna?


Türk Dil Kurumu, eskiden beri birleşik olarak yazıldığını bildiğimiz demiryolunu, karayolunu, havayolunu, denizyolunu ayırmış. Artık kara yolu, demir yolu, hava yolu, deniz yolu yazacakmışız. Bu isimler sadece ‘yol’ anlamı taşımıyorlar ki, bir ulaşım sistemini de karşılıyorlar. Asfalt ne kadar kara ise kara yolu o kadar doğrudur. Denizde ve/veya havada da yol olmadığına göre onların da birleşik yazılması gerekir. Hepsini bir bütün olarak, bir sistem diye ele aldığımıza göre TDK, 2012’de çıkarttığı hem sözlük hem de yazım kılavuzu ile bizi yanıltıyor demektir.

Hiç yorum yok: