![]() |
Fotoğraf: Ömer Asaf TOSUN |
KORKUT AKIN
İçinden ırmak geçen şehirler vardır, hatta deniz
geçenler bile var; içinden tren geçen şehir deyince çok kent sayılabilir.
Bizden de yabancılardan da say sayabildiğin kadar…
Ama biri var ki işte o birebir kenti ikiye bölen paralel raylarla büyümüş,
güçlenmiş ve tabii güzelleşmiş. Tamam, işte o! Eskişehir. Gün ağarırken geçerdi
trenler daha çok, niyeyse! Zor ısıtılmış yatağın içinde ‘biraz daha uyku’ için
gözlerini açmamaya direnenleri, “haydi” diye uyarırdı o ses. Hemen ardından da
askeri uçaklar. Uyu, uyuyabilirsen bir daha…
İstasyon
Meydanı
Çocukluğumdan başlamalıyım… Samsun’dan Van’a giderdik;
tabii ki trenle. Sabahtan başlardı yolculuğumuz. Tıngır mıngır Sivas’a
giderdik. Çocuk aklımız camdan sarkmayı isterdi, bir de ileriye bakmayı…
Kömürlü lokomotiflerin bacasından çıkan o küçük parçacıklar gözümüze kaçar
ağlayarak babamıza sığınırdık. Her seferinde aynı ikaz: İleriye bakmayın
çocuklar, iyi yanmayan kömürün parçacıkları gözünüze gelir, Allah korusun, kör
olursunuz! Korkutma amaçlı söylerlerdi büyüklerimiz, çünkü şehir efsanesi
olarak bile kör olan anı yoktu hiç. Gözümüz kan çanağı, acısı içimizde… yine
bakardık ileriye.
Gün kavuşurken vardığımız Sivas’ta, İstanbul’dan
gelecek olan ve muhakkak tehirli, rötarlı, gecikmiş ve yine “kara tren”i
beklerdik. Neydi o anne babamın benden çektiği, ne yerinde dururdum ne de
kıvrılıp bir köşeye uyurdum… İstasyon meydanında koşuşturduğumuzu anımsıyorum.
Anıt
yapı…
Eskişehir’de istasyonun önündeki meydanda, hep aklıma
sadece gece görebildiğim Sivas’taki istasyon meydanı gelirdi. Benzerler miydi
birbirlerine? Eskişehir’deki gar binasının o görkemliliği var mıydı acaba
Sivas’ta da? Yoktu muhakkak. O görkemliliği başka bir yerde görmedim. Nasıl da
ulaşılmaz gelirdi, bir uçtan diğerine gitmek bile zaman alırdı.
Ama bir şey vardı; bakın ona kimse dil uzatamaz. O
yıllarda “ben geçmedim” diyen varsa, yalan söyler şimdiden uyarmış olayım.
Şehri bir baştan bir başa geçmek için ya Sakarya Köprüsünden, üstgeçidi ya
Halin yanındaki hemzemini ya da Mihaliç Caddesindeki hemzemin geçidi kullanmak
zorundaydınız.
Ben Sakarya Köprüsünü kullanmayı hiç sevmezdim.
Rayların arasından atlaya zıplaya tuğla fabrikalarının oraya geçer, orada da
duvardan atlardım. Hem yol kısalırdı hem de uzaklara gitme düşü kurardım.
Vagonlarla
dans!
İstasyonun önünde bir dizi, sıralı köfte ekmekçiler
bulunurdu. Bir yiyen pişmen, bir yemeyen! Yarım ekmeğin içine bol soğanlı, iyi
pişmiş köfte şimdi bile ağzımı sulandırıyor. Ağız doluyken konuşulmaz denir,
ama nasıl da keyiflidir bir yandan yiyememenin bir yandan da anlatamamanın
haklı telaşı. Gölgesine oturup bir vagonun konuştuğumuz da olurdu… Bazen iki
vagonun arasından, bazen altından geçerdik.
Burada bir soluklanalım: Mehmet Yurdadön’ü bilir
misiniz? Ülkemizin en iyi koşucularındandı, son dönemlerde (Mehmet Terzi’den
önce) Atletizm Federasyonu Başkanlığı da yaptı… O anlatırdı, Kars’ta antrenman
yaparken biraz da kaçamak olsun diye trenin geçtiği tünele girermiş. O gün, tam
ortalardayken tren gelmiş. Kaçacak yer yok! İki rayın arasına uzanmış, koca
katar üzerinden geçmiş. “Ellerimle başımı korudum sadece, korkudan yüreğim
kafesinden çıkacak gibi atıyordu” diye anlatmıştı… Sonraları lokomotiften ateş
düştüğünü, yandığı halde kaçamadığını, ama trenin geçmesiyle birlikte,
yanmışlığın da acısıyla çok daha hızlı koştuğunu söylerdi.
Soğuk
kış gecelerinde…
Ankara’ya ve İstanbul’a trenle gidip gelmeyi çok
severdim. Ankara, karayoluyla aynı süreydi. Ucuz oluşu, yemekli vagonda oturup
bir demi kıvamında, dumanı üstünde çay içebilme ve/veya bir şeyler yiyebilme
imkanı ile geniş rahat koltukları cezbederdi beni. Kitap okumak da keyifli
olurdu, her ne kadar sonuna doğru yolun uyku bastırsa da… İstanbul ise biraz
uzun sürerdi… ama karayolunun tehlikelerine karşı her zaman güvenli olması; bir
de Yeşilçam filmlerinden kalma İstanbul’a Haydarpaşa’dan giriyor olmanın
güzelliği vardı. Hele Bozüyük’ten sonra yemyeşil alanlardan, Sakarya Irmağının
bir o yanından, bir bu yanından geçmek, az şey miydi?
Karşıdan geleni beklediği için, tren mutlaka uzunca
dururdu Eskişehir’de diğer istasyonlarda durduğundan. Sıcağı insanın içine
işleyen salep içmek için koştururdu yolcular, haşhaşlı çörekle birlikte…
Olsundu, güzeldi yine de, kimse bir şey demesindi, benim anılarıma. Keşke
olsaydı da yine o köftecilerin dumanlı ve bir o kadar köhne arabasından yarım ekmek
içine bol soğanlı köfte yiyip üzerine de tarçınlı mis gibi bir salep içseydik.
Yeni
yol, yeni istasyon…
Çevreciliğinin yanı sıra ekonomik oluşuyla da demiryolu
bizim için en olumlu ulaşım aracıdır. Uçak, bakmayın, ‘halkın yolu havayolu’
demelerine, çevreci olmadığı ve pahalılığı dolayısıyla sevilecek bir ulaşım
aracı değil. Buna bir de hızlı trenin yaygınlaşmasını kattığınızda… kim binmek
ister uçağa? İstanbul, Ankara, Konya, Sivas, Kayseri hatta Erzincan, planlanan
İzmir hızlı treni ulaşım sorununu çözecektir.
Resim olarak baktığınızda (uzmanlar karar versin) yeni
istasyon çok güzel gözüküyor: modern ve işlevli. Rayların yeraltına alınması da
şehrin bir özelliğini yitirmesine yol açsa da yeşil bir hat kazandıracağını
düşünmek (umarım öyle olacaktır) sevindiren bir haber.
Demir
mi denir demiryoluna?
Türk Dil Kurumu, eskiden beri birleşik olarak
yazıldığını bildiğimiz demiryolunu, karayolunu, havayolunu, denizyolunu
ayırmış. Artık kara yolu, demir yolu, hava yolu, deniz yolu yazacakmışız. Bu
isimler sadece ‘yol’ anlamı taşımıyorlar ki, bir ulaşım sistemini de
karşılıyorlar. Asfalt ne kadar kara ise kara yolu o kadar doğrudur. Denizde
ve/veya havada da yol olmadığına göre onların da birleşik yazılması gerekir.
Hepsini bir bütün olarak, bir sistem diye ele aldığımıza göre TDK, 2012’de
çıkarttığı hem sözlük hem de yazım kılavuzu ile bizi yanıltıyor demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder