ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

ESKŞEHİR'DE YAŞAMAK AYRICALIKTIR

2 Mart 2014 Pazar

ÇINAR OLMAK

RAHMİ EMEÇ

Dünyanın en uzun süre yaşayan insanlarından birisi Zaro Ağa’dır.

Bitlis- Mutki’de 1777 yılında hayata gözlerini açan Zaro Ağa, 157 yıl ömür sürdükten sonra, 1934’te İstanbul’da yaşama gözlerini yumar. Uzun yıllar hamallık ve inşaat işçiliği ile yaşamını kazanan Zaro Ağa, son yıllarında İstanbul Belediyesi’nde hizmetli olarak çalışır.

Yaşadığı süre içinde Ortaköy Camisi ve Üsküdar’daki Selimiye Kışlası’nın inşaatına yaptığı katkıdan başka geriye bir şey bırakmayan Zaro ağa, uzun ömürlü oluşundan kaynaklanan özelliği yüzünden Avrupa ve Amerika’da gezdirilir, ‘uzun yaşamanın sırları’ onun dilinden insanlara anlattırılır…

Padişah I. Abdülhamit, III. Selim, IV. Mustafa, II. Mahmut, V. Murad, II. Abdülhamit, Mehmet Reşat ve Vahdettin dönemlerini yaşayıp ‘eskiten’ Zaro Ağa, Cumhuriyet’in ilk yıllarını da ‘dolu dolu’ yaşar. Bu ‘doluluk’, nefes alıp vermeden ve günlük nafakasını çıkarmadan öte bir doluluk değildir elbet. Örneğin, onca uzun ömrüne rağmen, Zaro Ağa’dan, yaşadığı dönemlere ilişkin yazılı bir belge bile kalmamıştır.

Oysa, Türk gezi edebiyatına ‘Seyahatname’yi kazandırarak ortaya bir ‘başyapıt’ çıkaran Evliya Çelebi, Zaro Ağa’nın yarı ömründen daha az yaşam sürmüştür. Çocukluğunda babasından ve yakınlarından dinlediği öyküler, söylenceler ve masallardan kaynaklanan gezi isteği, 71 yıllık ömrüne, 17. Yüzyılın Orta Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Kırım, Arabistan ve Mısır’da yaşayan halkların yaşayışını sığdırmasına yetmiştir.

Zaro Ağa’nın bunca uzun süre yaşamasına ve bunca toplumsal değişimi ‘görmesine’ rağmen, birey olarak o değişime katkı sağlayamaması, bizlere bıraktığı ‘miras’ın ‘uzun ömürlü oluşuyla’ sınırlı kalmasına yol açar.

Uzun ömürlü, ama bilgili ve toplumsal değişimin- dönüşümün içinde yer alan birçok insan için kullandığımız ‘çınar’ deyimi onun için geçerli değildir. Bir Rıfat Ilgaz, bir Zihni Anadol, yakın geçmişin birer çınarlarıydı. ‘Çınar’ oluşları, sadece yaşça başça büyük olmalarından değil, ‘faydalı’ oluşlarından kaynaklanıyordu.
‘Çınar’ tanımlaması boşuna değil.
Neden ‘Kavak’ değil de, çınar?
Faydalı oluşundan, toplumsal değişimi hızlandırıcı rollerinden ötürü… Müdahaleci bir kimliğe sahip oluşlarından, yaşadıkları dönemin tanıklığını yapmalarından dolayı…

* * *

Çınar, ‘faydalı’ bir ağaç.
Hava kirliliğine ve hastalıklara dayanıklı olduğundan daha çok, büyük şehirler ve sanayi merkezlerinde yetiştiriliyor. Hiç değilse, odunundan; alet sapları, fıçı, çit kazığı, mobilya olabiliyor. Tanen içeren kabukları da halk arasında kabız yapıcı ve ateş düşürücü olarak kullanılıyor.

Deri değiştiren bir ağaç çınar. Deri değiştirirken, kabuğu zehirli maddeleri emerek karardığından, parça parça dökülürken hem havadaki kirliliği yok ediyor, hem de bu kabuk değiştirmeyle kendisine ‘yeni giysiler’ çoğaltıyor.

Bu ‘faydacılığı’ ile, toplum içinde yer etmiş, bilgisi ve görgüsüyle örnek olmuş, kısacası ‘boşuna yaşamamış’ insanlara isim olan çınar ağacı, uzun ömrü boyunca birçok olaya da tanıklık eder.

17. Yüzyılda (4- 8 Mart 1656), İstanbul’da bir Yeniçeri ayaklanması yaşanır. Sarayı kuşatan Yeniçeriler, IV. Murat’ı ayak divanına çağırıp, bazı devlet ileri gelenleri ile saray ağalarından oluşan otuz kişinin  kellesini isterler. Sultan İbrahim’in öldürülmesinden sonra ‘iç ağalar’ ile ‘ocak ağaları’ arasında başgösteren  sürtüşmenin sonucudur bu. Yeniçeriler, amaçlarına ulaşır ve otuz kişi Atmeydanı’ndaki çınar ağacına asılır. Dallarına cesetlerin asıldığı çınar ağacı, meyveleri insana benzeyen efsanevi ‘vakvak ağacı’nı çağrıştırdığı için, tarihte olay ‘Vaka-i Vakvakiye’ adıyla da bilinir.

Tarihte, çınarların tanıklıkları bitmez.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti olan Bursa’daki ünlü çınarlardan biri de, ilginç bir söylencenin ‘baş aktörü’ olan ‘Ulufe Çınar’dır. Sultan I. Murat, erkek çocuk doğurarak, orduya asker kazandıran bütün analara maaş bağlatır.Bir gün padişahın huzuruna çıkan bir kadın, erkek çocuk doğuramadığını, ancak diktiği çınar ağacının da  bir oğul kadar değerli olduğunu söyler. Söylence bu ya, padişah da bu kadına maaş bağlanmasını buyurur. Bursa başkent olduğu sürece, askerlerin maaşları (ulufeleri) hep bu çınarın altında dağıtılır.

Eskişehir’e geldiğinizde yolunuz Hamamyolu’na düşerse, şehrin ilk yerleşim bölgesi olan Odunpazarı’na doğru yol alırsanız, yüzünüzü sola çevirip baktığınızda sizi ulu bir Doğu Çınarı (Platanus Oriantalis) selamlar. Bu yıl 200 yaşına giren bu ‘doğal anıt’ için, 1998 yılında bir ‘yaş günü’ gerçekleştirilmişti. Odunpazarı Belediyesi eski başkanlarından Ayhan Boyer, ulu bir pasta yaptırıp, ‘koruma altına alınan’ bu çınarın 184. yaş gününü kutlamıştı. Amacı, bu ulu çınara sahip çıkmak, topluma böyle bir ‘değeri’ anımsatmak, sahip çıkılmasını sağlamaktı. Dünyada yaş günü kutlaması yapılan tek çınardır belki de bu. Hemen dibinde, yaşlıların uğrak yeri olan oturak ne olduysa yaş gününden sonra kaldırıldı. Demir parmaklıklarla koruma altına alınarak ‘faydalılığı’ artık yaşlıların dinlenmesi için değildi... Hemen yanına kurulan çay bahçesi, onun gölgesini  özelleştirmiştir artık. “Paran varsa gölgede oturabilirsin” denmekteydi. Uzun yılların tanıklığında, yeni dünya düzeninin özelleştirme furyasından böyle bir nasip almıştı, Eskişehir’in Doğu Çınarı… Ama yine de başkanın yaklaşımı bize ulu çınarı anımsatmaya yetmişti.

Zaro Ağa gibi ‘bilinçli’ tanıklığın yanında, çınarların bu ‘bilinçsiz’ tanıklığı yeğlenir mi bilmem, sermaye düzeninin hapislikler, gözaltılar ve baskılarla ‘öğüttüğü’ Nâzım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Zihni Anadol ve daha niceleri Anadolu’nun gerçek çınarlarıdır. Uzun yıllarda çınar olmak, tanıklık kadar, müdahaleci ve yaratıcı olmayı gerektirir çünkü… 

Hiç yorum yok: